İzleyiciler

27 Aralık 2014 Cumartesi

Özgürlük


Engin denizlerde özgürce yaşamak varken, bir poşet suda boğulmak ister mi ki balık. Bir kavanozda, ya da bir akvaryumda tutsak bir balık, özgürce yaşayabilir mi sizce!.. Dar bir mekanda volta atmak gibidir akvaryumda yüzmek. İnsanın da vardır tutsaklıkları. Balıklerı, kuşları tutsak eden tutsaklıkları. Günahlarına tutsaktır insan Allah'a kul olmadıkça. 
Profösör

25 Aralık 2014 Perşembe

Hastahanede Grev Var!..


Devlet vatandaşına daha iyi hizmet verebilmesi için her türlü argümanı kullanabilir ve bir çok mekanizmaları devreye sokabilir. Özel sektörle de çalışabilir. Bunu yaparken de devletin ve milletin menfaatini göz önünde tutar. Burada dikkat edilmesi gereken hizmetin sağlıklı sürdürülmesi ve vatandaşlar tarafından memnuniyet verici olmasıdır.

Devlet özel sektörden hizmet satın alırken, bütün sorumluluğu özel sektöre yıkmamalı, aynı zamanda hizmet veren ve hizmet alanın haklarını koruyarak, vatandaşı da mağdur edecek bir hak ihlali içinde yer almamalıdır. Devlet özel sektöre iş verirken, hizmetin aksama olasılığını dikkate alacak, ve bu olasılığı ortadan kaldıracak yasal düzenlemeyi de yapmalıdır. Herşeyi taşeron firmaların insafına terketmemelidir. 

Bugün devlet hastanesine gittiğimde, Nükleer Tıp Bölümü'nden on gün önce çektirmiş olduğum sintigrafi sonuçlarımı sekreteryadan alırken dikkatimi çeken bir husus vardı. Bu bölüme gelen hastalar geriye çeviriliyordu. Grevin olduğunu öğrendim. Taşeron firmanın hastanede çalışan elemanları birkaç aydır maaşlarını alamamışlardı. Özellikle sağlık kuruluşlarında grev olması ve bundan dolayı hizmetin durması anlaşılır gibi değil. O kadar sağlıkta reform  yapıldığını söylesek de, bunun hiçbir  izahı yok. Devlet taşeron işçi çalıştırsa da, hizmet hiç bir surette aksamamalı. Devlet taşeron firmayı sürekli  denetim altında tutmalı ve taşeron firma da devletten aldığı paraıyı tahsil ettiğinde, önce çalıştırdığı işçilerin maaşını zamanında ödemelidir.   Bu suretle taşeron olarak çalıştırılan işçilerin hakkı korunduğu gibi, bunun yanında   vatandaş ve hastalar da, katiyyen mağdur olmayacaktır.


Profösör

23 Aralık 2014 Salı

Padişah Atının Nalında Bir Çivi Olmak


Bir projenin başarılı olması, ondan verim alınması ve onun akamete uğramaması için, o her aşamasında kontrol edilmesi ve sağlamasının yapılması gerekir. Bir projenin irili ufaklı öğeleri vardır ki, bu öğelerin büyüklüğüne ve küçüklüğüne bakılmaz. Her öğenin işlevselliği önemlidir. Bir duvar örerken bile büyük taşların yanısıra küçük taşlara, nasıl gereksinim duyuluyorsa büyük bir projede, küçük diye nitelendirdiğimiz değerler bazen projnin can damarı olabiliyor.

Büyüklük ve küçüklük, çokluk ve azlık kavramları belki matametiksel olarak birbiri arasında mesafeli ve orantılı bir değer ifade edebilir. Bu değerleri kullanırken birbirine olan mutlak gereksinimlerini düşününce, birbiri için olmassa olmaz bir değer ifade ettiği gibi, birbirinden farklı her öğe büyük bir projenin, bünyenin ve oluşumun olmassa olmazları olur. Onun için değerler izafidir.

Diyelim ki sosyal medya hesabınız var. İnstagram sizin için çok önemli ve hayati bir değeri var. İşinizin büyüyüp gelişmesinde bir nevi lokomatifi. Bu hesaba gireceğiniz her paylaşım istediğiniz beğeniyi almayabilir. Bu sonuçla bu paylaşım pek beğeni almadı diyebilir ve üzülebilirsiniz. Fakat onu beğenen on kişinin referansı bile belki de yüz kişinin beğenisinden daha önemli bir değer ifade edebilir. Zaten her gün aynı karekteri taşıyan veri yüklemeniz doğru olmaz. İnstagramda, reel hayattaki gibi sıradan günlük hayatı yaşayanla, daha elit ve mazbut yaşayan toplumun bireyleri eş değer tutulamaz. Beş parmağın her biri birbirine benzemediği gibi beş parmağının da işlevleri aynı değildir. Hepsi de bir şeyi tutup kavramaya yarar. Beş parmak bir ele, el bir kola, kol ise ana yapıya hizmet eder.

Hayati öneme haiz bir savaşı kazanmak bazen geri çekilmek ve nefes almak güç toplamak anlamına gelir. Bunun yanında bir çivi ne işe yarar demeksizin onun varoluş önemini ve işşlevini kavramamız gerekir. Bir çivi atın ayağındaki nalı tutar. Bir nal atın yürüyüş  dengesini sağlar. Bir at da üzerindeki süvarisini yel gibi uçurur, gideceği yere kadar götürür, onu kaf dağından aşırır. Eğer o süvari cihan devletinin padişahı ise bir çivi  onun attan düşmemesini sağlar. Bir çivi  cihan devletini yeni fetihlere taşır;  Onun düşman orduları karşısında muzaffer ve yenilmez kılar. 

Profösör 


22 Aralık 2014 Pazartesi

Ölürken Gülümseyen Adam




İnsan ne garip bir varlıktır diyesi geliyor kendi kendine insanın. Her insan doğarken ağlıyor, buna karşın bazı insanlar da ölürken gülümseyebiliyor.  Dünya hayatına alıştıkça, hiç ölmeyecekmiş gibi yaşayan, ömrünü çarçur ettikçe ölümden doğal olarak korkuyor insan. Doğal olarak bu tür insanların ölüm hali de pek içaçıcı olmuyor sanırım. Oysa ömrünü çile içinde geçirmiş, yanarak pişmiş, ömrü boyunca bütün zamanını iyiliklerle geçmiş, gülümsemeyi, gönül almayı  insanlık ve vicdan borcu olarak benimsemiş olan bir insan, ölüm döşeğinde bile olsa gülümseyebiliyor. Onlardan birisi de bende inanç ve umuda yönelik izler bırakan,  inançlı bir ihtiyar adam. İyilik yaptıkça gülümseyen, gülümsedikçe iyilik yapan sıradan bir müslüman. O bu fane dünyadan göçüp gitse  de ömrüm boyunca benimle birlikte yüreğimde yaşayacak olan bir insan.

Hüzünlü bir ortamda buluyorum kendimi bir an. Demek ki vakit tamam. Bir tarafta başı beyaz sarıklı, siyah sakallı genç bir hoca yere diz çökmüş halde, elinde kara kaplı mushafı, etrafında halka yapmış  beyaz takkeleriyle talebeler  huşu içinde, Kur'an okunuyor evde. Diğer tarafta yerde döşek, ölüm döşeğinde ihtiyar adam ölmekle ölmemek arasında duran bir çizgide. Beyaz sarıklı hoca okumasını bitirir bitirmez yerde sabit yatan, hiç kımıldamayan, ihtiyarın kulağına eğilip bir şeyler fısıldıyor. Belki de  "Kelime-i Şahadet"i getirme vakti diyor. sessizce. Ölüm döşeğinde hareketsiz yatan bu yaşlı adamdan, "Şuur içinde ölüyorum" diyen cümlesi dökülüveriyor titrek dudağından. Bir de ne görelim;  rengarenk bir kelebek bütün canlı renkleriyle odaya giriveriyor,  odanın içersinde ahenkle ve rakseder gibi bir dönüş yaptıktan sonra, bütün renklerini bize bırakıp, pencere camından çıkıp gidiveriyor. Sonra yaşlı adam; kirpiklerini kırpıştırarak son bir kez bu fani dünyaya gözlerini tebessümle açıp kapatıyor. Sanki kuş gibi hafifliyor, kelebek gibi uçup gidiyor.  Huzur içinde ruhunu O'na teslim ediyor.

İlk kez böyle bir ölü evindeyim. Huzur içinde ölen ihtiyar adamın arkasından hiç bir ağlaşma hiçbir  yok, sızlaşma yok; sadece her yeri kaplayan derin bir hüzün var. Ona bakılırsa asıl hüznü ben yaşıyorum onu özleyen yüreğimde. Dünyayı terkederken bile gülümsemesini esirgemeyen ihtiyarı özlüyorum. Sağlığında hiç düşürmediği dilinden "İyilik yapın, iyilik bulun" cümlesi dudağından dökülürken bile,  kelebek kanatları  gibi kırpıştıran kirpiklerini anımsıyorum.  

O benim için  bir inaç, bir umut ve bir tebessüm mektebiydi. O benim için tutunacak bir dal gibiydi. O geçmişle geleceğin sanki bir anahtarıydı. O kinden kibirden arınmayı bilen bir insandı. İşte o ihtiyar adam, bana harfleri ilk öğreten,  benim biricik sevgili hocamdı.  

Profösör

19 Aralık 2014 Cuma

Yılbaşı Hediyesi


Sabah sabah karga kahvaltı yapmadan evimizin telefonu çalıyor. Ahizeyi kaldırdığımda sanki şehirlerarası otobüs terminallerindeki anons yapan spikerlerin sesine benzer bir üslupla "Beyefendi iyi günler; Karedeniz tekneler turundan arıyorm sizi" diyor. Ben de kalın ve tok bir sesle, bir o kadar artistik bir eda ile "Mersi bokuuu!.." diye karşılık veriyorum karşımdakine. Karşımdaki hanımefendiye gülme krizi tutuyor. Bir müddet sonra gülme krizi geçince, ahizenin ucundaki ses, ciddiyetini takınarak  gayet kibar bir şekilde; "Beyefendi size dört sorum olacak, bilirseniz, Boğaz'da eşinizle birlikte tekne gezisi kazanacaksınız. Buna ilaveten de bir haftalık beş yıldızlı otelde tatil yapma fırsatı kazanacaksınız" deyince, ben de gayet nazik bir şekilde " Bizim tatil kültürümüz yok." diyerek teşekkür ettim hanımefendiye. O da "Çok hoş!.. Ben teşekkür ederim" deyip telefonu kapatıyor.

Pazarlamanın bir başka çeşidi de, sahibinden izinsiz, bir yerlerden  data halinde  satınaldıkları telofoları bir bir arayarak sözüm ona "yılbaşı"nı pazarlayacaklar bize. Tanımadığım ve bilmediğim bir telefona nasıl güvenebilirim. Millet bu kadar aptal mıdır ki; üstelik, evi ve mahremi aranıyor, bunu da  anlamak mümkün değil. Diğer taraftan tatil kelimesi o kadar cezbedici hale getirilmiş ki; inandığımız değerlere taban tabana zıt bir kültür. Oysa bizde seyahat kültürü var. Sılayı rahim var. Ziyaret var. Dostlarla buluşmak, dertleşmek, hemhal olmak varken tatil de neyin nesi!.. Öyle değil mi!..

Harf devrimi yapıldı ama, bu bir anlamda bana göre bir dil devrimiydi. Bir zihniyet değişimiydi. Kelimeler mecraından saptırıldı. Hem az kelimeyle çok şey ifade etme imkanını kaybettik, hem de çok kelimeyle polemik yapmaktan öteye gidemedik. Toplum olmaktan ve ortak değerleri paylaşmaktan çok, bireyleştik. bencilleşmeyi de özgürlük sandık. Birbirimizden koptuk ve yanlızlaştık. O halde şimdi bu kaostan kurtulmanın ve milli değerlere sarılmanın, öze dönmenin vakti. Onun için ne tatil yaparım, ne de yılbaşı kutlarım. Ne yılbaşı hediyesi veririm, ne de yılbaşı hediyesi alırım!.. Bundan sonra bütün değerlerin insanı insan yapan, insanı bencillikten kurtaran, insanı şuurlandıran, inanca ve zihniyete göre şekillenmesini isterim.

Profösör

9 Aralık 2014 Salı

Edepli Bir Söz


"Söylersen doğruyu söyle, aksi takdirde sus" diye bir atasözümüz vardır. Doğruyu söylemek Haktandır. Yalan yanlış konuşmak insanın itibarını düşürür. Zaten yalanla yola çıkılmaz, "Yalancının mumu yatsıya kadar yanar" sonrası malüm; zifri karanlıktır. Karşılıklı konuşmalarımızda yeri gelir muhatabımıza "Boşboş konuşma" ya da "Cahil cahil" konuşma diye çıkışlarımız olur. Eğer konuşursak Haktan yana olacak. Bir taraftan da,  "Konuşmak gümüş ise, susmak altındır" sözünü hatırlamamız gerek. Onun için bir konuşursak iki susmalıyız. Yani konuşmadan önce konuşacağımız kelimeleri iyi tartmalıyız. Dil yarası hiç bir şeye benzemez. Acısı dinmez. Bazen bir söz idamlık gibidir. Asılmasan bile toplum gözünde infazlıktır.

Söz söyleme bir anlamda konuşma sanatıdır. İletişimdir. İletişim sanatları sadece hitabet ve tutuk atmak değildir. Yazmak, çizmek, resmetmek, oynatmak, yontmak, hatta beş duyuya hitab eden iletişim sanatlarının bütünüdür. Haktan yana iletişim kurmanın ve Haktan yana sanat yapmanın tek disiplini etik değerlerle buluşmaktır. Karşılığı estetiktir. Etik değerlerin menşeği de mesnedi de  edebtir. Edebten yola çıkarak söz söylemenin sanatsal karşılığı edebiyattır. Edebiyat edebe dair yapılan sanatsal eylemlerdir. Sadece söz söyleme değil, yazma, çizme, fotoğraf ve diğer bütün sanatların ana disiplinidir. Bugün şiir, roman, hikaye, piyes, deneme gibi eqdebi türler olarak bildiğimiz çalışmalara, edebi olan her tür resim, mimari, yontu, musıki,  tiyatro, sinema, gibi güzel sanatlar da edebiyatın emrindedir. Kendi geleneksel Osmanlı sanatlarımız olan, hat, ebru, çini, tezhib, gölge oyunları, oymacılık, kukla, meddahlık gibi sanatları  da aynı değerler içinde müteala etmemiz gerekir. 

Madem ki edeb ve edebiyat dedik; Haktan ve hakikatten yana edebe dair, estetikle buluşmuş  ne kadar sanat disiplini ve ekoller varsa o kadar medeniyetimizin temelleri güçlü demektir. O kadar adalet ve ahlak ölçeğinde insani ve vicdani değerlerimiz var demektir. O kadar muhabbet ve ünsiyet toplumumuzda hissedilir demektir. O kadar aşk ve meşk var demektir. Edepli bir söz, edepli bir resim, edebli bir yontu, edebli bir mimari, edepli bir musıki iliklerimize kadar işler, bizi kendimize getirir. Bizi buluğa eriştirir, olgunluğa götürür. Bizi belağatla buluşturur. 

Söz ola ki; Hakkı söyleye... Göz ola ki; Hakkı göre... 

Profösör

7 Aralık 2014 Pazar

Tebessüm Yüreğini Açmaktır


Beş yaşında bir çocuk istiyor anlaşılmak... Onun en güçlü silahı ağlamak da ağlamak. Bir profösör amca, istiyor onu anlamak. Dedi çocuğa var mısın benimle oynamak. Çocuk omuz silkti birden; Sen düşünüyorsun beni kandırmak. Amca anlıyordu çocukların dilinden.  Çocuğa duvarlara resim yapabilir, çizebilirsin dedi. Çocuk bu söze karşı birden irkldi; kendisini anlayan bu insan bir ilkdi. Sonra ağlamayı sızlanmayı kesti; yüzünde gülücükler beliriverdi. 

Çocuk düşündü; evde duvara resim çizmek yasaktı. Masayı çiziktirmek azardı. Resim bir kağıda ya da bir deftere çizilir; duvar da masa da kirletilmezdi. 

Aslında çocuk ağlamakla, sızlanmakla kendisini anlayacak birini arıyordu. Annesi ona yeter artık zırlama dese de. O inadına temposunu arttırıyordu. Profösör amca istersen duvarlara resim çizebilirsin demesi, bir nevi  anahtar kelimeydi. Kendisiyle oynayacak, eğlenecek bir amca buldu. Kağıtlara resimler yapıldı. Resimler boyandı. Duvarlar yine tertemiz kaldı. Önce amca çocuğu anladı, çocuk da amcasını anladı. Çünkü amcası ona yüreğini açmıştı. 

Profösör

Kendi Medeniyetimiz İçin Osmanlıca


Yüce kitabımız Kuran-ı Kerim evlerimizin duvarlarında asılı duran, sadece ölülenimizin arkasından okunan bir  kitap olarak algılandığıda,  hayatımıza yön veremiyorz; doğru yolda yürüyemiyoruz ve Allah'ın sevgili kulu olup, Allah'ın rızasını kazanamıyoruz demektir.  Osmanlı türkçesi bizim medeniyetimizin birinci basamağıdır. Osmanlı türkçesini öğrenmek demek, mezar taşlarını, çeşme taşlarını okumak demek değildir. Bundan da öte, bir zihniyet değişimidir.

Osmanlı bakiyesi nereden nereye geldiğimizin bir sır küpüdür sanki. Gerek Türkiye'de gerek Osmanlı hakimiyeti altındaki coğrafyada bulunan ülkelerdeki arşivlerde, kütüphanelerde, müzelerde milyonlarca eserin, vesikanın ve belgenin hala günümüze aktarılması bekleniyor. Türkiye ve dünya tarihini ilgilendiren bu saklı  belgelerin gün ışığına çıkmasıyla gelecek neslimizin insanlık rotasını yeniden belirleyecektir. 

1928 Harf inkılabıyle bir gecede toplum cahilleştirildi ve karanlığa gömülmek istendi. Latin harfleriyle arapça, farsça kökenli kelimeler katledildi. Ne doğru  yaızlabildi, ne de doğru telaffuz edilebildi. Mahreçler yok edildi. Sonra konuşulan türkçeye öztürkçe zerkedilerek, sözüm ona bütün yabancı kelimeler yerine uydurukça kelimeler türetildi. "Subay mubay, bayan mayan"la başlayan, sonra "ulusal düttürü, tin, tittin" gibi kelime ve  tabirlerle türk toplumu ne yazık ki yozlaştırıldı. Oysa bütün latin kökenli  yabancı kelimeler hayatımıza  yön verildi. Batı kültür sömürgeciliği ister istemez iliklerimize kadar işledi. Sonra giyim kuşam, yeme içme alışkanlığı da batı taklitçiliğiyle bu güne kadar sirayet etti. 

Bir lisanı yok ederseniz bir milleti yok edersiniz. bir lisanı yok ederseniz, o milletin bütün değerlerini yok edersiniz. O milletin inancını, umudunu ve ahlakını yok edersiniz. Özgürlüğünü elinden alıp, batı taklitçisi bir maymuna çeviririrsiniz. Bugün divan edebiyatına ve tasavvuf edebiyatına vakıf kaç münevverimiz var!. Bugün kaç kişi basit bir osmanlıca türkçesiyle yazılmış "Nutuk"u okuyabilir ve anlamına vakıftır!.  Artık yeniden uyanışın ve dirilişin zamanıdır. Yeni Türkiye'nin rotası kültür devriminden ve yeni medeniyet tasavvurundan geçiyor. Osmanlıca öğrenene, bilene. özümseyene gelecek var. Umut var. Çünkü özünde inanç, adalet, insanlık ve vicdan var. 

Osmanlı türçesiyle bundan böyle  zihniyet değişimi yaşanacak ve bu bilinç hareketi dalga dalga yayılacak. Bir ressam günlüğünü osmanlıca tutacak,  bir siyasetçi mektubunu osmanlıca yazacak, bir talebe derste not alırken  osmanlıcayı  steno olarak kullanacak.  Görün bakın daha neler olacak!.. Hiç kimse zorlanmayacak. Düşünebiliyor musunuz; bir gazeteci Osmanlı tarihini bilimiyor. Batının terceme ettiği ve Batıdaki imparatorluklar gibi Osmanlıyı "sömürgecilik" anlamını taşıayn "Osmanlı imparatorluğu" tabirini bir kurumsallık olarak cumhuriyet  toplumuna yutturuluyor. Bu zokayı şu an bile nice aydınlarımız, siyasetçilerimiz ve dil bilimcilerimiz bile yutabiliyor!.. Onun için kendi kültürümüzü ve medeniyetimizi bileceğiz ki; hak ve adalet hakim olsun, insanlık huzur bulsun.

Profösör

6 Aralık 2014 Cumartesi

Kırmızı Balık


Olta balığı olmak istemem. Eninde sonunda ateşte pişmek var. Bir süs balığı olmak, kırmızıya boyanmak isterim. Bir camekanlık, bir kavanozluk özgürlüğe evet derim. Bir fanusta ne kadar nefes alabilirsin; bir akvaryumda ne kadar cilve yapabilirsin. Kaderde balık olmak varsa, istersen balinada yaşayabilirsin. Bu dünya tatminsiz bir insan için zindandan beter olmalı. Bir kul zikrettikçe, şükrettikçe bu dünya cennet olmalı.

Proösör


5 Aralık 2014 Cuma

Osmanlıca "Yeni Türkiye" Mefkuresidir



Milli Eğitim bakanlığı tarafından düzenlenen "19. Milli Eğitim Şurası"nda, alınan tarihi bir kararla Osmanlıca zorunlu bir ders oluyor. Osmanlıca dersledi başta Türk dünyasında olmak üzere, büyük bir yelpazede domino etkisi yaratacaktır. Hele zorunlu Osmanlıca derslerinin  Milli Eğitim müfradatlarındaki yeri, aslımıza ve özümüze dönmenin bir mefkuresi olarak algılanacaktır. Emperyal güçlerin tasallutundan kurtulmanın ilk adımı bu olsa gerek.  Gerek latin alfabesini, gerek kril alfabesini bir devrim olarak kabül etmiş devletlerin nasıl bir yozlaşma içinde oldukları aşikardır. Alfabe bir toplumda inancın ve uygarlığın bilinçaltı kodlarıdır. Önce milletin yazı dilini yok edeceksiniz, sonra da kültürünü yozlaştırarak onu soytarıya çevireceksiniz ki; lokma lokma bölünsün, kıyım kıyım kıyılsın. Böylece güçsüz ve besnedsiz kalsın. Sömürgeci devletlere esir olsun, taklidçi maymunlara dönerek köleliği bir kader olarak benimseyebilsin.  Türkiye'de Osmanlıca derslerinin önemi, Osmanlı medeniyetinin insana verdiği  İslami değerlerle ifade edilebilir. Devletin görevi insanı yüceltmek, milletin görevi de devletini ilelebed yaşatmaktır. Osmanlı değişik inançtan, mezhepten, meşrepten tebalarını bir arada mutlu mesud yaşattıysa eğer; onun adalet anlayışındandır. İslam'ın hoşgörüsünü insana, hayvana ve çevreye yansıtmasıdır. Böyle bir anlayışın da sıradan bir insanın dünya görüşüne bile etkisi bugünkü paradigmaya göre sanki anlaşılmazdır. Osmanlıda kışlık kuru odun edinmeye giden bir köylünün ormana giderken baltasını bezle sarması, onu yaş ağaçlardan gizlemesi, İslami ve vicdani bir duyarlığın izahıdır.

Osmanlıca dersleri demek; öz türkçenin yanında arapçanın, farsçanın hatta diğer etnik dinlerin ve anlayışların telaffuz ettiği kelimelerin bir arada bulunması ve birbirleriyle aynı cümlelerde buluşması demektir. Yeni Türkiye demek insanlık değerleri demektir. Dini dili, ırkı, kimliği, kişiliği ne olursa olsun insanlık değerleri demektir. Yeni Türkiye demek, Türki cumhuriyetlerden Ortadoğuya, Kuzey afrikaya, İran, Pakistan, Afganistana uzanan bir kültür platformu demektir. Endenozya, Malezya, Filipinlere selam demektir. Bir kişi de olsa, üç kişi de olsa küçük mazlum küçük toplumların nefes aldığı bir özgürlük demektir. Almanya'da, ingiltere'de, Fransa'da, Amerikada'ki İslam ve Türk topluluklarının gülümsemesi demektir. 

Osmanlıca dersleriyle toplum aydınlanacak ve bilinçlenecektir.  Çünkü Osmanlıca sadece bir milletin ve bir ırkın değil, tam aksine  bir cihan dilidir. Bütün insanlığı içine alan, bir birleştiricidir. Bunun için Yeni Türkiye mefkuresi, bir insanlık mefkuresidir.

Profösör

1 Aralık 2014 Pazartesi

İyilik Tebessümle Başlar


Bir arkadaşımız "Napoli'de küçük bir kafedeyim. 2 müşteri geldi. "5 kahve, 2'si bizim için diğeri askıda". 5 kahve ödeyip 2 tane aldılar. Askıda kahve nedir, diye sordum. Garson bekleyin ve görün dedi. Başka müşteriler geldi. 2 kız kendi içtiklerinin parasını ödeyip gittiler. Bir süre sonra 3 avukat geldi. 7 kahve dedi, 3'ünü içtiler ve 7 kahve parası ödediler. Biz konuşmaya devam ederken bir süre sonra fakir bir adam içeri girdi. Nazik bir ses tonuyla, hiç askıda kahveniz var mı, diye sordu. Napoli'de insanlar bu şekilde birbirlerine görmeden kahve ve hatta yemek ısmarlıyorlar.." diye bir anısını paylaşmış sosyal medyada.

Nerede olursak olalım, hangi inançta olursak olalım  insanlık ölmemiş daha diyebiliriz.  Bu tutum insanlık değerlerinden kaynaklanmıyor. İnsanı sevmek, onun onurunu düşünmek için her insanın yapacağı bir şey vardır. Bunu kültür haline getirmek de kanıksanacak ahlaki değerlerdir. Japonya'da sabahları işe giden insanlar birbirlerine,  "Sabah çorbanı içtin mi" şeklinde sormaları da bir insanlık sorumluluğudur. Osmanlıda da "Sadaka taşı" kültürü insanlığın bir başka örneğidir. Sadaka taşlarına durumu iyi olanlar tarafındanh nakit akçeler konur, durumu zayıf olanlar da giderler sadaka taşından ihtiyacı kadar  konulan paradan temin ederlerdi. Sadaka taşıyla durumu zayıf olanın arasında mahremiyete önem verilirdi. Buraya kim uğrar kim uğramaz özellikle saklı kalır, bunu da  Osmanlı yine insanlık onurunu  düşünerek yapardı.

İnsana, evrene ve ötesine bir tebessümle bakmak, varlığını onların varlığıyla değer bulduğu idrakine varmak gerekir. Bir kez ebessüm yansırsa bütün çehrelere yüzler cemalleşir. İyilik yapmaya, iyilik görmeye hazırız demektir. Çünkü iyiliğin başlangıcında tebessüm var. Tebessüm eden herkes iyilik yapabilir ve iyilik yapabilme melekesine sahiptir.

Profösör

29 Kasım 2014 Cumartesi

Aşk Sürmeli Sonsuza Kadar


Saadet kırk yıllık sevdanın bir mirasıdır yüreğimizde. Kırkyıllık kahvenin hatırı kadar. Kahvesi kahverengileşmeli, köpüğünde olmalı dolunay. Bahtın güzel olmalı. Bir dünya kurmalı hayal ettiğin bir masal, içinde sen ve ben olmalı. Penceremizde dolunay.  Kahveyi yüreğiyle pişiren bir kahveci güzelin olmalı. Gözlerinin ışıltısı içini ısıtmalı. Saadet kırk yılla sınırlandırılmamalı. Bitmeyen bir hikaye gibi sevda, sevda olmalı, içinde şefkat barındırmalı. Aşk  sadakatle sürmeli sonsuza kadar.

Profösör 

28 Kasım 2014 Cuma

Cumhurbaşkanlığı Sarayı Üzerine


Son zamanları Cumhurbaşkanlığı Sarayı üzerinden algı operasyonları bundan öncekilerinin bir benzeri olarak sürdürülüyor. Hatta sokakta yaşayan insanlara yardım sağlayan bir dernek de "Sokakta yaşayanlara bir ev yok, bir battaniye yok, bir kab çorba yok, ama Ak Saray'a para harcanıyor. Osmanlı padişahlarında bile bu denli israf yapılammaştır" diye sosyal medya üzerinden de,  ardı arası kesilmeyen anti propagandalar ve algı operasyonları yapılmaktadır. Biz işlerin düzelmesi için eleştiri yaparız diyen dernek yöneticileri, toplumun çoğunluğunu karşılarına alacak şekilde hükümeti yeriyor ve apaçık kirli politikaya alet oluyorlar. Devlet ve zhniyet mikro ve makro planda değiştikçe, aslına ve özüne döndükçe provakatif eylemler, bir koalisyon şeklinde artarak devam ediyor.

Öbür yandan israf kavkramının kime göre ve neye göre değerlendirilmeli diye soracak olursak kendimize, elbette dini nasların ekonomik gerçeklerin ışığında konuyu irdelememiz gerekir. Eğer insanlığın sulha ve selamete kavuşmasını istiyorsak; sömürgeci güçlerden ve terörist devletlerden daha güçlü bir duruş sergilememiz gerekir. İnsansız savaş uçaklarının üretildiği bu çağda, israftır diyerek pervaneli tayyareylerle ne ülkemizi koruyabilir ne de  savunabiliriz... Ne bölge gücü oluşturabilir, ne de mazlum milletlerin bir kurtuluş ümidi olabiliriz. Başkanlık Sarayı da görkemli olması gerekir ki; bunun da izahı budur. Bir taraftan da, hacı yağını kendisine boca etmiş ecmainlerin uzaya çıkmak komikliktir, ilmi ve fenni çalışmalara bütçe ayırmak israftır günahtır demek kadar cahilane bir tutum yoktur. Bu görüşte olan arkadaşlarımızın da Türkiye'deki müsbet gelişmeleri görmemezlikten gelerek, aklı sıra şimdi Başkanlık Sarayı üzerinden algı operasyonuna kapılmaktadırlar. 

Önümüzdeki seçimlerde  daha ağır ithamlarla, iftiralarla, bir takım eylemlerle toplumumuzu provakate edecekleri dünden ve bugünden  bellidir. Hükümeti yöneten iktidar tek başına anayasayı değiştirebilecek sayıda mecliste sandalye elde ettiğinde; işte o zaman taşlar yerli yerine oturacak, hainler, zalimler mutlama hak ettiklerinin karşılığını bulacaklardır. Milletlerin gücü, itibarı, imajı devlet kurumları ve kurumsal yapılarıdır. Devlet Sarayları bunun için vardır. Eğer bir devlet kendi ülkesinde, bölgesinde, dünya  devletler ve ülkeler yelpazesindeki yerini güçlü olarak belirlemek istiyorsa Başanlık Saraylarının hak ettiği değerlerde inşa edilmesi şarttır. Devlet Başkanlarıyla, ülke ve halkların temsilcileriyle fikir teatisi yapmak, birlikte diplomatik çalışmalar içinde olmak, dünya barışı açısından görkemli sarayların bu bakımdan apayrı bir işlevselliğe sahiptir. 

Profösör


21 Kasım 2014 Cuma

Ebru Sanatı... Dünya Mirası.


En eski kağıt süsleme sanatı olarak bilinen, Osmanlı Türk İslam Sanatı olarak kabul ettiğimiz Ebru Sanatı Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Kurumu olan UNESCO tarafından dünya mirası olarak seçiliyor. UNESCO Türkiye Milli Komisyon Başkanı Prof. Dr. Öcal Oğuz Paris'te yapılacak Somut Olmayan Kültürel Miras (SOKÜM) Hükümetlerarası  Komitesi Toplantısı'nda,  Türk sanatı ebrunun dünyanın ortak mirası kabul edileceğini belrterek; "Ebru Sanatı yüzyıllar boyunca bizim kitap kapaklarımızda ve içinde  çok farklı  süsleme teknikleriyle kullandığımız bir kağıt resim sanatı" olduğunu söyledi. Bunu bir sanatçı duyarlıyla sanat ve kültür adına bir müjde ve övünç kaynağı olarak görüyoruz. 

Portre resim sanatından ziyade ebru, hat, tezhib ve minyatür sanatlarının geliştiği geneleksel Türk İslam Sanatı olan Ebru Sanatının Osmanlı döneminde  apayrı bir yeri vardı. Ebru Sanatı soyut olduğu kadar büyülü bir dünyanın anlatımını içerir. Renklerin raksı, ancak birbirleriyle karışarak ve kaynaşarak bir ahengi oluşturur. Ebru Sanatının felsefesinde yatan mantık; "Ben, sen, o, " yoktur. "Biz, siz, onlar" da değildir. "Bütün renkler toplandık, kaynaştık; bir olduk, biz olduk" yani "Hepimiz" ifadesinin anlatımı vardır. Ancak o zaman birlik ve dirlik vardır. Birlik ve dirlikte huzur vardır, mutluluk vardır, bereket vardır. İşte ebrunun varoluş felsefesi  budur.

Ebru sanatımız son yıllarda yeni nesil gençlerimizin ilgisini çekmekle kalmıyor, ona olan ilgiyle öğreniliyor, tatbik ediliyor ve nice gençlerden usta ebru sanatçısı yetişiyor. Belediyelerin ve kültür müdürlüklerinin katkılarıyla açılan ebru kurslarıyla geleneksel ebru sanatımıza sahip çıkılıyor. Bu sevindirici durum genç kızlarımız, öğrencilerimiz ve kadınlarımız tarafından erkeklere nazaran daha da ilgi görüp ebru sanatı gelişiyor. Çünkü ebru sanatı  aynı zamanda insanı olgnlaştırıyor ve insan ruhunu terapi ediyor.

Ebru Sanatı gibi Geleneksel Osmanlı Türk İslam Sanatlarında mutlaka İslami bir mefkure, İslami bir şuur ve sonsuz bir ahenk vardır. İnsanın beş duyusuna hükmeden kalbi bir yaklaşım vardır. İnsanı cezbeden ve insanı içine alan, insanı terbiye eden, iyileştiren bir yönü vardır. İslami, insani ve vicdani değeri vardır. 

Profösör

19 Kasım 2014 Çarşamba

Kaldırım Çiçeği de Koklanmak İster


"Kadınlar çiçektir" cümlesi en etkili ve derin anlamları olan  bir cümle olarak kabul ederiz düşünce dünyamızda. Düşünce dünyamızın yanısıra duygu dünyamıza da şekil veren, ayrıca bu cümle biz  erkekler için kadınlara olan davranışlarımızda içinde kibarlık uyarısı barındıran bir cümle olduğunu da kabul ederiz. Kadınlar anlaşılmak ister. Oysa erkekler kendilerini anlatmak isterler. Önemli olan erkeklerin ne anlattığı ve kadınlara ne dil döktüğü değil, kadınların neyi nasıl anladığı, açıkçası kadınların nasıl anlaşıldığıdır.

Kadın; hangi dine, hangi inanca, hangi mezhebe ve meşrebe inanırsa inansın varlığı itibariyle kutsaldır. Bir tatlı cümle onları hayal dünyasına uçurabilir. Onların içten bir tebessümü insanı abad edebilir. Onlara bağırmak, çağırmak, kızmak, azarlamak yerine, onların sevildiğini ve güvende olduğunu hissettirmek onlara yeter. Çünkü kadın çiçektir, sadece koklanmak ister. Bu arada başörtülü kadın, başörtüsü kadın ayrımı yapmak yerine kendini koruyan, iffet ve namusuna sahip çıkan kadın başütünde tutulması gereken kadındır. İster evinde anne, ister bir atölyede çalışan, ister bir tarlada amele, ister öğretmen, hekim, hakim, mühendis olsun, isterse çöp toplayan, varoşlarda yaşayan bir kadın olsun; kadın değerlerini koruyan kadın olmalıdır. 

Eğer kadın çıkmazlara girmişse, başını eğmek zorunda kalmışsa bilin ki o kadın bir zulüm altındadır. Eğer kadın zerafet ve asaletini gösteremiyorsa o kadın kul ve köle kadındır. Bir kadın herşeye rağmen, ölürcesine hakkı ve hakikati yaşatıyorsa o kadın hayranlık duyulacak kadındır. Her ne olursa olsun kadın çiçektir cümlesinin altını çizercesine şiirlere konu oluyorsa o kadın ölürcesine sevilecektir. Farkına bile varamadığımız, sokakta parke taşları  biten bir kaldırım çiçeği ayaklar altında çiğnenip, ezilmek istemez. Kaldırım çiçeği Hüda-i nabit bir çiçektir;  elbette o da  koklanmak isteyecektir..

Profösör 



14 Kasım 2014 Cuma

İşte Fotoğraf Budur!..


Renkler ve şekiller sadece görsellikler olarak olarak anlatılsa da, oysa varlık aleminde yer alan bütün cisimlerin renk ve şekillerin hepsinin birer ruhu olmalıydı. Evrende yıldız yıldız, samanyolu samanyolu seyahat eden kuyruklu yıldız bile hareket edebiliyorsa, şarkılar söyleyebiliyorsa, taşın da cismin de, yıldızların da bir ruhu vardı. İster canlı deyin, ister cansız deyin; herşeyin bir anlamı vardı. Bir cismi, bir yıldızı, rengi ve şekli ne olursa olsun hayatımızda bir yeri vardı. O şekliyle, rengiyle, çıkardığı sesiyle, kokusu ve yansıttığı ışığıyla, bütün enerjisiyle bizimle irtibatlıydı. Hareketli bir kuyruklu yıldızını fotoğraf karesine sığdıramassınız. Onu isterseniz deklanşörünüzle olduğu yerde mıhlarsınız... 

Fotoğraf demek canlı cansız ruhu olan herşeyi mıh gibi çakmak, gökyüzündeki kuyruklu yıldızı gökyüzüne çivilediğiniz gibi denklanşörünüzle durdurup onları sabitleyebilirsiniz... Bu bir acıdır yüreklerde yer alan, bu cefadır yüreklerde daralan. Bu sevgidir, coşkudur, heyecandır. Bu doğarken ağlayan bir bebek, ölürken gülümseyen bir duadır. Belki bu fotoğraf karesinde geriye kalan son hatıradır. İşte fotoğraf budur!.. 

Profösör

11 Kasım 2014 Salı

Bir Baltaya Sap Olmak!..

"Oku da 
benim gibi eşşek olma; 
bir baltaya sapip ol da memlekete  yararın dokunsun" derdi babam. Babam aslında cehalete vurgu yapmak istiyordu. İşsiz güçsüz, boş  boş gezen, avarelerden olmamızı istemiyordu.  

(Profösör)

Not: Bu karikatür ağaç ve çevre duyarlılığına bir katkı sağlasın diye Mehmet Akyıl tarafından çizilmiştir. 


8 Kasım 2014 Cumartesi

"Aferin Dilo!.."


Remziye ilkokul ikinci sınıfa giden bir kız çocuğudur. On nüfuslu bir ailenin yaşadığı bir gecekonduda yaşamaktadır. Babası vasıfsız bir işçi, ne iş bulursa yapar, annesi de çileli bir ev kadınıdır. Evde de kürtçe konuşulmaktadır. Remziye türkçeye yabancıdır; yabancıdır yabancı olmasına ama konuşulanı anlamaktadır. Sadece kendisi türkçe konuşmada sıkıntı çekmektedir. Belki de Remziye utangaç ve içe kapanıklılık yaşamaktadır. Evde annesinin seslendiği gibi "Dilo" diye çağırıldığında gözleri ışıl ışıl ışıldamaktadır. 

Nüfus kimliğinde Remziye yazan,  okulda arkadaşları tarafından Remziye ismiyle çağrılan Dilo, terbiyeli ve uslu bir çocuktur. Birgün öğretmeni ona "Dilo ödevini yaptın mı?" sorusuna cevaben "Hı, hııı" diyerek başını sallayarak yetinmiştir. Remziye öğretmeninin ona Dilo diye  hitap etmesiyle onun gözleri ışıl ışıl ışıldamıştı. Remziye, öğretmeninin kendisine aynen annesi gibi "Dilo" diye seslenmesi onu çok mutlu etmişti. Bu durum karşısında Remziye ancak içten içten seviniyor, sevincini gizliyordu adeta.

Remziye'nin sınıftaki sessizliği, derse hiç katılmaması, boş boş gözlerle bakması, hatta sınıfta hiç kimseyle konuşmaması  belki de türkçe konuşmaya yabancı olmasınadan kaynaklanıyordu. Arkadaşları onu öyle kabul ediyor, o da arkadaşlarının hareketli oluşundan rahatsızlık duymuyordu. Zaten herkes sınıfta birbirini seviyordu. Bunda öğretmenlerinin büyük bir katkısı vardı. Sınıf yoklamalarında Remziye ismini teleffuz eden öğretmeni, zaman zaman ders arasında  Remziye'ye Dilo diye sesleniyordu.

Birgün Remziye'nin öğretmeni henüz dersin başında, sınıfta Remziye'nin yanında oturan  Merve'ye yaklaşarak "Dilo sınıftan, arkadaşlarından ve öğretmeninden memnun değil herhalde, bulunduğu sınıfı sevmiyor" dedi. Remziye'nin yüzüne bakarak da "Dilo'yu öğretmenini ve arkadaşlarını seveceği başka bir sınıfa verelim" dedi. Dilo sessizliğini yine bozmadı. Sadece başını eğerek derse sessiz olarak katılmayı yeğledi. Öğretmen sınıfa ayrı, okuma güçlüğü çeken çocuklara ayrı ödevler veriyordu. Ödevi biten de ödevini öğretmenine teslim ediyordu. 

Dilo tam dersin ortasında ödevini bitirmiş öğretmenine göstermek istiyordu.  ilk kez ve  yüksek bir sesle, "Öğretmeniiim!" dedi ve sıranın altına gizleniverdi. Dilo'nun öğretmeni çok şaşırdı ve ilk kez Dilo kendisine "Öğretmenim" diyerek seslenmişti. Öğretmen bundan çok mutlu oldu. Dilo sınıfta il kez konuşmuştu.

Dilo, Öğretmenini  sevdiğini göstermişti. Atık bundan sonrası kolaydı; kilit açılmıştı. Öğretmen de sabırlıydı. Zamanla ve sevgiyle bu düğümün çözüleceğini biliyordu.  Öğretmen Dilo'nun oturduğu sırasına yaklaşırken Dilo  mahcubiyetle sıranın altından çıkarak, ödevini öğretmenine gülümseyerek gösterdi. Dilo'nun öğretmeni de Dilo'nun saçını şefkatle okşayarak Ona "Aferin Dilo" dedi. 

Profösör

7 Kasım 2014 Cuma

Şarkıcı Hadise'ye Özgü Promosyon


Reklamcılar için promosyon mevsiminin şimdiden başladığını söyleyebiliriz. Yakın zamanda da promosyon ve hediyelik eşya furları başlar. Promosyon kişiler ve kurumlar arasında bir gönül bağı oluşturmak açısından önemli bir reklam mecrasıdır. Önemli olan promosyonun kişinin ve kurumların kurumsal kimliklerine en uygun olanının seçimidir. Ayrıca promosyonun herkesin kullandığı, alışa geldiği ürünlerin dışında özgün olması, karşı tarafı memnun ve mutlu etmesi düşünülmelidir.

Pop müziği sanatçısı Hadise Avrupa’da turneye çıkmak için, kullanacağı promosyonları hazırlayan ajansın tasarladığı promosyon, Hadise'nin düşünce yapısı, yaptığı işle örtüşen konumuna  ve dünya görüşüne uygun bir mecra düşünmüş. Hadise bir Türk popçusu. Türk olmasına Türk, fakat türkçe popu, batılı örf, adet ve hatta ahlak anlayışına göre giyim tarzı benimseyen ve o şekilde davranan bir sanatçı. Hatta bir sanatçıdan öte bir "show girl". Bütün şarkılarını erotik figürlerle icra eden bir popçu. O halde Avrupa’da turnede gerçekleştirilecek olan organizasyonlarda, batılı formatta popu  batı kültürüyle sergilemesi bu anlamda, benimsediği batı değerlerini batı kültürünü benimsemiş kalabalıklarla buluşturacak olması, kendisi açısından anlaşılabilir bir durumdur. Elbette batılı anlayışı benimseyen  bir popçu olarak Hadise'nin Türklüğü ve Türkiye değerlerini bir kültür olarak temsil etmesi düşünülemezdi. Bu açıdan Hadise'nin türk folklörünü bir değer olarak üzerinde taşıyan, promosyonlar yerine, batılı, feminen, erotik ve kadınların vazgeçemediği kozmetik ürünlerden tasarlanan bir promosyon düşünülmüş. 

Hadisenin promosyonu bir compac disc tasarımı. Bir fondöten kutusu baz alınarak şekillendirilmiş bir promosyon. Kutuyu açtığınızda, kapak içinde yuvarlak bir ayna, ayna üzerinde kırmızı bir ruj izi; ateşli bir dudak. Kutunun içinde de sanatçının şarkılarını ihtiva eden bir CD yer alıyor. Bu promosyonla Hadise'nin daha çok hayranlarının hanımlardan olduğu çıkarımını da yapabiliriz.  Hadise şarkılarıyla, showlarıyla, kadınsı ve erotik tavırlarıyla "İçinizdeki şeytanı çıkartın" dercesine baştan çıkartıcı bir şarkıcı kimliği ve kişiliği  ile bir tutum sergiliyor. Bu açıdan fondöten CD kutusu promosyon açısından Hadise'yle örtüşüyor.

Profösör


Tasarım ve Reklam Kavramları


Reklam ve tasarımı günümüzde ayrı ayrı birer kavram olarak tanımlasalar da aslında reklam ve tasarım pazaralama iletişimine hizmet eden birer disiplindir. Bana göre  grafik tasarım ve  reklam tasarım söyleniş biçiminde bile bir yer değişimi olması gerekir.  Tasarım reklam ve tasarım grafik gibi söylenmesi daha doğrudur.. Çünkü reklamda da grafikte de tasarım işin başlangıcı; fikri ve uygulama kısmıdır. Reklam  ise pazarlamanın ve satışın ön hazırlığıdır. Belki tasarımda insan yaptığı işte hiçbir baskı ve fikri briefe bağlı kalmadan  kendi duygu ve düşüncesini  katarak  hayalini gerçekleştirmek ister. Ayrıca tasarımı, müşteri istekli veya kendi isteğimizle hazırladığımız tasarım olarak,  iki türlü tasarım yapılabileceğini söylemeliyiz. Ama marketing çalışma kendi tasarımımıza  izin vermez. Türkiye'nin büyük ajanslarından Cen Ajans'ın yöneticisi olan reklamcı Nail Keçili'nin "Bir markanın ürün lansman çalışmasında reklamla ilgili en az beş ödül almamıza rağmen, müşteri ikinci bir anlaşmayı bizimle yapmamıştır. Çünkü ürün satmamıştır. Müşteri bu durumdan hiç memnun olmamıştır. Mesele tasarımda ödül almak değil, ürünün müşteri tarfından kabul görmesi ve ürünün yok satmasıdır" diyerek bir itirafta bulunur.  Oysa pazarlama ve satışa yönelik fikri derinliği olan tasarım müşteriden alınan briefin ışığında yapılan tasarımdır.   Brieften grafiğe, prodüksiyona ve medya planlamaya kadar bütün evrelerin kendine göre bir tasarım disiplini oluşturur. Böylece bu çalışmaları  hepsini ana konsepti belinleyen birer unsur olarak kabul etmek durumdayız. 

Profösör

10 Eylül 2014 Çarşamba

Siyasette Sağ ve Sol Kavramı


Bir zamanlar, klasik bir anlatımla tarif etmek gerekirse siyasi kulvar iki ana damar üzerinden ifade ediliyordu. Bu durumda  işverenden yana, sömürüden yana olursanız sağcı, işçiden yana, emekten yana  olursanız  solcu kavramlarının içinde kendinizi buluyordunuz. Daha doğrusu işçi kesimi çok çalıştırılan, sosyal hakları olmayan, alın teri gasp edilen, hakları çiğnenen bir kesim olarak meydanlarda sesini yükseltiyordu. Bütün solcular kapitalizm ve liberalizme karşıydılar. Her fırsatta da işçiler mitingler, yürüyüşler, grevler yapıyor, hak arayışı içinde bulunuyorlardı. Öte yandan işverenler anlaşma sağlamak için işci temsilcileri ve işçi sendikalarıyla masaya oturuyorlardı. Bazı patronlar gerekirse lokavt yapıyor, hatta fabrikasını işletmeye kapatanlar bile oluyordu. İşçilerin meydanlardaki sloganları "Kahrolsun kapitalizim, kahrolsun sömürü düzeni, kahrolsun patronlar, yaşasın işçi sınıfı" temasını işlese de bir kısır döngü içinde oldukları apaçık belliydi. Oysa işci işverene, işveren de işçisine gereksinim duyuyordu. Ancak üretimin ve ekmek kavgasının bu şekilde bir düzen içinde olması işin doğası gereğiydi. 

Aslına bakarsanız işçi ve işveren birbirine muhtaçtır. Sağ ve solun birbiri üzerinde hakları vardır. Sağ ve sol birbirine girmiştir. İkisi de birbiri için olmassa olmazlarıdır. Bu açıdan da, siyaseti sadece sağ ve sol üzerinden okumanın yanlışlığını hala farkedemeyen siyasilerin, aydınların, yazarların olduğunu söylememiz gerekir. Önemli olan üretim, hakça paylaşma, adalet ve kalkınma olmalıdır. İnsan haklarının her anlamda korunması volmalıdır. Özgürlük ve demokrasi kültürünün yeyermesi ve kendi doğal mecrasına evrilmesi olmalıdır. Ne yazık ki değişimci ve devrimci olduğunu söyleyen bugünkü sol statükoyu, ulusalcılığı ve eski Türkiye'yi savunuyor. Bugünkü sağ da statükoyu zorlayan bir zihniyet devrimi yapma yerine,  insan hak ve özgürlüklerinden yana tavır alma yerine, millete rağmen kendisini sol jargonuyla işbirliği yapmaya zorluyor. Şuurlu bir toplum olma mefkuresine sahip olanlar, başta ahlak ve maneviyatın hüküm sürdüğü, israfın, ayrımcılığın, yoksulluğun, yolsuzluğun, işsizliğin, kimsesizliğin olmadığı gayrimeşruluğu ortadan kaldıracak, toplumu birbirine kaynaştıracak bir anayasayla ehliyet ve liyakat sahibi idarecilerin işbaşında olduğu bir ülke hayal ederler. Bu mefkurenin gerçekleşmesi  ütopya değildir. Artık dünyada da sağ  ve sol yoktur ve değerini kaybetmiştir. Sağ ve sol kavramlarının ve eksenlerinin dışında başka kavramlar ve eksenlerin varlığını keşfetmemiz gerekir. Bu yol hak hukuk üzerine kurulu, sürü mantığının olmadığı, bir kişinin ve hatta bir varlığın hakkını bile koruyan adil bir düzen olmalıdır.

Türkiye'de 28 Şubat vesayet rejiminin yaptığı zulümlere karşı, verilen mücadele sağ ve sol mücadelesi değildir. Oligarşik yapının millete ve onun değerlerine tepeden bakışının bir  yıkılışıdır. Tabuların yerle bir oluşudur. Vesayet rejimi aynen rusların folklorik ve otantik  bebeği matruşka gibi iç içedir. Her taşın altından bir vesayet, bir lobi ve  parelel yapılar, örgütler çıkmaktadır. Onun için vesayeti sadece askerle ilişkilendirilmemelidir. Darbeci vesayet siyasetin, yargının, emniyetin, eğitim gibi devletin bütün kurumlarında olabileceği gibi, sivil insiyatifin içinde, iş adamlarının, derneklerin,  platform ve oluşumların da olduğunu göz ardı edemeyiz. Yaptığımız bu projeksiyon  bize sağ ve sol kavramılarının anlamını yitirdiğini  göstermektedir.  Bunun yerine kavram olarak bundan sonra "Hak ve Batıl" dan söz etmemiz gerekecektir.

Profösör

29 Temmuz 2014 Salı

Dört yaşıdaki torunum zaman zaman  köye  gittiğinde babaannesinin çiftliğini öve öve bitiremiyor. İnekleri, tavukları çok seviyor. Yalınayak toprakta yürüyor. Hayvanların su içtiği aharın içine giriyor. Sularla oynuyor. Üstünü ıslatıyor; tam bir özgürlük yaşıyor çiftlikte. Ceviz ağacından erik kopardım diyerek yemeye çalışıyor. Çok acıymış bu erik diyerek yüzünü ekşitiyor. Tabiatı öğreniyor, tecrübeleri artıyor. 

Yine çiftliğe son gidişinde tavuklardan birinin folluk yerine kapının önünü yumurtaladığını görünce,  yumurtayı eline alıp bahçede koşturunca halası ona "Mehmet Akif şimdi sen bu yumurtayı kırar pişirirsin" diyor. Mehmet Akif de halasının bu sözüne karşılık, hemen yumurtayı yere çarpıyor. Yani yumurtayı kırmış oluyor. Ama bu şekilde yumurta nasıl pişirilir ve nasıl yenir onu aklına getirmiyor. Sonra da kırmış olduğu yumurtadan dolayı  boynunu büküyor.

Çocuklar yumurtayı kırabilir; çünkü çocukların mecazi kelimelerden haberi olmayabilir. Oysa aklı başında olanlarımız, bırakın mecazı anlamayı, vur desen öldürüyorlar.

Profösör

Not: Fotoğraf temsilidir.





27 Temmuz 2014 Pazar

Bayram Mesajı



Bir alın yazısıydı yaşadıklarım. Geriye baktığımda hazan mevsimdir sadece benim hüznüm. Bayramlar olmasaydı, gülümser miydi hiç yüzüm. Bin sadakaya bedeldir benim bir tebessümüm. 

Grafik: Profösör 

24 Temmuz 2014 Perşembe

İllegal Parelel Yapı


Toplum ve millet olarak yaşayan halklar; kendilerini idare edecek siyasi erkleri yönetime getirirler. Devlet mekanizması siyasi erkle yönetilir. Ne yazıkki; zamanla devlet aygıtı oligarşik yapıya dönüşebilir. Oligarşik yapıda bile birbirine parelel menfaat şebekeleri zamanla gün yüzüne çıkabilir. Bu bütün ülkeler için olabilecek istenmeyen illegal yapılardır. İllegal ve parelel olarak da adlandırılan bu yapılar, eğitim, sağlık, emniyet, yargı gibi mekanizmaların içinde yuvalanabilirler. 

Bu gibi illigal ve parelel yapıların iki yüzü vardır. Bir yüzüyle halktan yana bir tebessüm gibi görünseler de, bir yüzüyle dişini gösteren birer canavar kesilirler. 28 Şubat bu açıdan postmodern bir darbe olarak adlandırılır. İmam-Hatip Liseleri kapatılırken, özel okulların muhafazakarlık görüntüsüyle  açılmasına izin verildi.  Veliler "Çocuklarım dini terbiye görsün" diye, cemaat okullarına yönlenmiş oldu. Bu bir nevi hokkabazlıktan ibaretti. Malum özel okullar ve dersanelerde cemaat aidiyetliği aşılandı. Devletin içinde yuvalanan imamlar tarafından sınav soruları bile önceden cemaate servis yapıldığını öğreniyoruz. Buralarda öğrencilere istedikleri fakültelere kolayca girebilme, yurtlarda ve cemaat evlerinde  kalabilme imkanları sağlandığı gibi, iş garantisi de verilmiş oluyor. "Ağabey" ve "abla"  rütbesine layık görülenler de cemaatin, parelel yapının tabanını oluşturmada kullanılıyordu.

 Dışarıdan bakıldığında bu durum, gayet masumane, mütedeyyin ve muhafazakar bir görüntü içinde öğrenci velilerini celbediyordu. Cemaat içinde kendini bulan, bir nevi kapalı devre içinde sosyal hayatı da şekilleniyordu. Gençler birbiriyle evlendiriliyor; işi, evliliği bir nevi ipotek altına alınıyordu. Son tahlilde bu yapılanma, emniyetten, yargıya, eğitimden medyaya kadar, casuszluk dahil, hükümeti devirmeye kadar uzanan, her alandaki kirli ilişkileri  deşifre edilerek toplumun gözünde itibarlarını yitirdiler. Böylece  "Gülen örgütü"  devletin "Kırmızı kitap" ında bir tehdit olarak yer aldı. Bu arada bütün samimiyetiyle Cemaate maddi ve manevi yardım eden, vatandaşlarımızın hayal kırıklığı ve tepkisini de gözardı etmemek gerekir. 

Profösör
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...